Thursday, August 21, 2014

Değişim.



“Bil” dedi Derviş”.
Hangi yolu kullanacağını kimse söyleyemez. 
“Sen bil” dedi. 
 İlla ki bir başlangıç yapmak istiyorsan gözü kapalı yürüyeceksin ve yol seni aslında gitmek istediğin yere götürecektir. Herkesin yaptığı hatayı yapma, asfaltlı yol her zaman en iyi yol demek değildir. Dağ, taş demeden yürü evlat. Karşına ne çıkacağından korkma.
Korku en büyük zayıflıktır. Cesaret ve inanç sana yol gösterecektir.
Yüreğinin sesini dinle” dedi derviş. Asıl yürektir. Genelde üzer ama yüreğinin sesini dinle yine de. “ Gör “ diyorsa göreceksin. “ Git “ diyorsa gideceksin. Engeller aşılmak için yapılmıştır evlat. Sen engelleri aşasın diye yaratıldın ve ben sana yol göstermek için.
Çölde toprak suya hasrettir hep, sende gönlünü sevgiye hasret ettirme. Deli divane olmuş mecnun hasretinden, Ferhat dağları delmiş,hasret kalma sende  Mem u Zin gibi.
Kavuran güneş beynimi uyuşturmuştu.Kan ter içinde kalınan yolda ne denli derlerse desinler yormuştu bedenimi lakin, o ruhani huzur tam da karşımdaydı işte. Dertlerini unut diye, yalnız değilsin diye, benden de derviş olur mu diye iç geçiriyordum inceden.   Nasıl da dayanıyordu Derviş bu sıcakta çöllerde. Ne yapıyordu? Nasıldı hayatı ?
Yüzü ay gibi parlak, ak sakallı, elinde asasıyla çıkardı feracesi Derviş. Ağır bedeller  ödüyor insan buna dedi. Bir hırka deyip geçme evlat. Nasıl ki karakterin, işin, yaşantının bir bedeli varsa bu hırkanın da bedeli ağırdır. Beli büker, yorar, ezilir kalırsın sahip çıkmasan. Her hareketin bir bedeli vardır ve  bazen ağır bedeller ödüyor insan…
İçinden geçenleri okuyabiliyorum dedi Derviş. İnanç en büyük yol göstericidir dedi. Neye inanırsan inan ama illa bir şeye inan. Taşa, toprağa, insana, tanrıya. İnan ve isteklerini gerçekleştir. İnanırsan gerçek olur evlat dedi. Olmuyorsa gerçekten inanmadığındandır.  Aslında sadece istediğin ama hiç bir şey yapmadığındandır. Hareket ve inanç yardımcındır evlat. Oturduğun yerden dünyayı değiştiremezsin. İsteklerini yerine getiremezsin. Hareket et evlat hareket. Kendini küçümseme. Anne Frank yazdığı günlüklerle nazi zulmünü dünyaya duyurdu, Emily murphy kanunu değiştirdi, Boudicca direnişin sembolü oldu.
 Kimin neler yapabileceğini senden başkası asla bilemez. İster devrimi yürekten başlat, istersen de dünyada ama ne yaparsan yap, önce kendinden başla, başla ve hareket et evlat…




Wednesday, August 13, 2014

Sabit.



Bomboş bir ekrana saatlerce bakabilirim. Saatlerce tek başıma seyahat edebilirim. Aynı yüzleri her gün görmeye dayanabilirim. Aynı filmi defalarca izleyebilirim. Yolculuk yaptığım yerlerde günlerce kalabilirim ve hiç kimse ile konuşmadan günler geçirebilirim. Bu sessizliğimi bir tek kalemime saklayabilirim ve kimse için üzülmeyip her şey için ağlayabilirim. Neden üzüldüğümü bilemeyebilirim.

Saatim hep aynı akrep ve yelkovanı gösterebilir ve zamanın kimin için işlediğini anlamayabilirim. Hiçbir şeyi önemsemeyip yıllar yıllar önceki tebessümü hatırlayabilirim. Niçin yaşadığımı ve ne yapmak istemediğimi bilemeyebilirim.. Halen pek de çocuk seslerinden haz etmeyebilir, kuşlarla arkadaşlık kuramayabilirim
Ve halen şu havalı İstanbul’a aşık olabilirim ve acı çeke çeke terk edebilirim.
Saatlerce uyanık kalıp, günlerce uyuyabilirim.

Konuşma limitimi doldurduğum için herkesi dinleyebilirm ve hiçbir şeye tepki bile vermeyebilirm. Canımın acısı rüzgar esintisi gibi gelebilir ve ben mışıl mışıl her şey normalmiş gibi, kimsenin umurunda değilmişim gibi uyuyakalabilirim.












Tuesday, August 5, 2014

Papucu Dersim'de...


Dersim Dört Dağ İçinde... ( Tunceli ) 

Nereye giderseniz gidin bu durum hiç değişmez. " En yaşanılan şehir bizim ilimiz/ köyümüzdür " denir. En ücra gibi görünen köylerden tutun da en modern diye tabir ettiğimiz şehirlerde durum değişmez ama gerçekten farklı olan şehirlerden biridir DERSİM!  Farsça'da gümüş kapı anlamına geldiği -ve şimdi tunceli diye tabir edilen yerden daha büyük bir alanı kapladığı- söyleniyor Dersim için..
Doğu illeri arasında yaşam tarzından tutun da şehrin duruşu ile, hayatı yaşayış biçimiyle, yaşayan halkı ile beni derinden etkileyen illerden biri oldu.
Alevi halkın büyük çoğunluğu oluşturduğu ve geçmişte yaşanan olumsuzluklardan derinden etkilenen ama bir o kadar da mücadeleci bir yer...
Görülmesi gereken pek çok yer olmasına rağmen, bir fotoğraf uğruna saatlerce dağ tepe çıkmakta beni alıkoyamadıkları bir yer olan " Düzgün Baba ", inancın yeri olarak nitelendirsem heralde yalnış bir şey dememiş olurum.

Kim bu Düzgün Baba? 
Efsanesi şöyle: 
Şah Haydar ( Düzgün Baba ) Seyyid Mahmud-i Hayrani’nin oğludur. Zeve yakınlarında bulunan Zargovit tepesinde hayvanlarını otlatmak için bir ev yapar. Burada hayvanlarıyla meşgul olur.
Kışın zemherisinde keçilerinin gayet güzel beslendiklerini gören Seyyid Mahmud-i Hayrani “Acaba Şah Haydar bu kışın ortasında bu hayvanlara ne yediriyor ki hayvanlar bu kadar güzel besleniyorlar.” Diye merak eder ve Şah Haydar ile hayvanların bulunduğu yere gider. Bir de bakar ki Şah Haydar elindeki çubuğu hangi meşe ağacına değdiriyorsa o ağaç hemen yeşeriyor. Taze filizlerle süsleniyor, keçiler de bu filizlerden yiyerek besleniyorlar.
Seyyid Mahmud-i Hayrani bu durumu görünce sesini çıkarmadan geri dönmek ister. Ancak o sırada bir keçi, birkaç kez üst üste hapşırır. Şah Haydar ne oldu babam Derviş Mahmud’umu gördün ki bu kadar hapşırırsın, der ve arkasına baktığında babasının kendisine görünmeden gitmek istediğini görür.
Babasına bizzat ismi ile hitap ettiği için mahcup olur. Mahcubiyetinden kaçıp halen Düzgün Baba Dağı olarak söylenen bir tepeye çıkar ve burada mekan tutar. Rivayet olunur ki Şah Haydar babasına ismen hitap ettiği için mahcubiyetinden ötürü kaçtığı zaman ayağında kışın karda giyilen hedik veya leken varmış. Bu hediklerle Zargovit’ten Düzgün Baba tepesine kadar (Takriben 5 Km.) üç adım atmış, bastığı her yerde hedikler taşa iz bırakmıştır. Bu izler hala durmaktadır.
Şah Haydar bir iki gün eve gelmeyince annesi endişelenir. Durumunu öğrenmesi için Şah Haydar’ın babasına rica eder. O da yanındaki müritlerine “Gidin bakın bakalım bizim Şah Haydar ne alemde?” der.
Müritlerden birkaç kişi 2500 metre yükseklikteki dağın tepesine çıkıp Şah Haydar ile görüşürler. Durumunun iyi olduğunu ve herhangi bir sorununun olmadığını öğrenerek tekrar Zeve’ye dönerler. Seyyid Mahmud-i Hayrani’ye, Şah Haydar’ın durumu düzgündü, merak edilecek herhangi bir şey yoktur. Selam ve hürmet eder ellerinizden öper derler.
Bu işi düzgündür sözü dilden dile dolaşır ve asıl adı Şah Haydar olan bu zata artık bir süre sonra Düzgün Baba olarak bir isim atfedilir. O günden, bugüne Düzgün Baba olarak söylenir.


Düzgün baba’ da alınan kurbanların boynuzları büyükçe bir taşın üzerinde yığın şeklinde bırakmaktadırlar. Taşın üzerinde mum dikilerek dileklerin kabul olması için dua edilir. Düzgün babaya varmak için iki dağ tepe geçmek gerekir.  Ortalama 2-2.5 saat’te çıkılan dağa akın akın insan yollara koyulmakta olduğunu görmek oldukça şaşırtıcı. Kızların çoğunun şalvarlı olması sadece tesadüften ibaret olduğunu sanıyorum. Düzgün baba da kurbanlar kesilmekte ve niyaz olarak kabul edilen lokma ( yaptıkları göme, pasta, börek veya herhangi bir yiyeceğe verilen ad ) dağıtılır.



Düzgün babanın geçtiği yerde dileklerin gerçekleşmesi için pek çok kademeden geçiliyor. Dilekler kemer şeklinde olan bir yerden üç kez geçilerek, mağaralarda mumlar dikilerek ve en son tepeye yani ‘ Sır’ olduğu yerde yığılı taşların olduğu çevrelenmiş bir alan görmek mümkün. O alan kutsal olarak kabul edilip yalın ayak ve ellerinde üç adet taşla üç defa dönülerek, dua edilerek, taşlar öpülerek geçilmektedir.


Ana haskar diye tabir edilen yerde az az akan su doldurularak bir yudum da olsa içilir. Kötü niyetli olan insan o yere gidip su doldurmaya çalıştığında kuruduğu söylenir.

Tunceli gençlerinin hemen hemen tamamının dövmeli olması o ili daha da ilginç kılıyor. Yaş ilerledikçe yapılan şekiller kiminde daha çok pişmanlık oluştursa da, yine de vazgeçmiyor yeni nesil -pişman olan abilerini dinlemeyip-yaptırıyorlar.

Festival'de gençler
Munzur gözeleri













Ovacık ilçesi festivalin yakın olması nedeniyle cıvıl cıvıl. Daha çok çadır kurup eğleşen gençler, munzur gözeleri etrafında serin yerde piknik yapan aileler ve heyecan dolu çocuklar..Şehirde okuyan sayısının yanı sıra yurt dışında ikamet eden aileler nedeniyle diğer doğu illerine benzemiyor pek. Kızların  giyim kuşamı, genç erkeklerin kızlara bakışı bizim tabirimizle “batılı”gibi.






Yöresel yemeklerinin az olduğunu söylüyorlar. Bunlardan biri “ Sir “ adını verdikleri yemek. Hamurun yoğrulup, fırınlanıp, çökelek suyu veya ayranın hamura sarımsakla beraber yedirilerek un ufak hale getirilip, ateş uzerinde pişilmesi ve ortasına tereyağı konarak yenmesi şeklinde. Zahmetli bir yemek olduğu için her zaman yapılamıyor. Bunların dışında Zirfet ve kavurma tunceli yemekleri arasında.





Sir yemeği

Bence görülmeye değer !


Seyahatler kesintisiz devam ediyor. Papucum nasılsa yollarda kimbilir bu kez sizin şehre de uğrayabilir!








( Fotoğraf ve yazının izinsiz kullanılması yasaktır )

Monday, August 4, 2014

Hey Hoşçakal...







 Kahkaha atıp dalga geçesim var hayata.. Çizgili pantolonlar giyesim var. Sobeleyip kaçasım var. Eskiden olduğu gibi taş üstüne taş dizip sonra hepsini yerle bir edesim var. Yakan topla birinin canını acıtasım var bu aralar..Takatim yok ama tembelliğimden...
Sahte duygular besliyorum içimde bana ait olmayan içinde ben barındırmayan duygular. Dar bir bedene sığmaya çalışıyorum, sonrada bakıp kendime gülümsüyorum. Bana ait olmayan aşklar yaşıyorum, bana ait olmayan hayatlar..Zorla gülümsemeler, zorla sevmeler…Anılar artık serbest, hiç yaşanmamış gibi hiçbir şey.  ne güzel.. yeniden doğuyorum ve bomboş sayfalar yaratıyorum kendime diye düşünüyorum.
 Bu seslerde ne?
‘ Ah kahrolası anlam yüklü müzik! Sen nerden çıktın?’
Ak pak ettiğim sayfalar müzik eşliğinde doluyor çaba sarfetmeden. Anılar hızla geri geliyor. Acıtıyor iyice kazımaya başlıyor tüm iliklerime kadar her yaşananı. Zamanın hiçbir şeyi değiştirmediğini fark etmek ne acı. Yalpalayarak ilerlemeye çalışıyorum ama geri geri çekiyor beni sanki müzik..Ruh değişimini hissediyorum birden. Ne olduğunu anlamaya çalışıyorum. Soruyorum sonra. Halk dilinde “ olgunlaşma ”deniyor diyorlar. Hiç haz etmiyorum bundan. Son demlerini yaşayan yetmiş yaşındaki nineden bir farkım olmalı diye düşünüyorum ama son zamanlarda onlardan bile az hareket eder olmak beni düşündürüyor. Tembelliğimi bir nedene bağlamam gerektiğini düşünüyorum.
  Bir veda havası seziyorum sonra. Benden sonra okunacak bir şeyler bırakmış olmalıyım diyorum. Kimsenin canını acıtan yazılar olmamalı, okuyanın suratında gülümseme belirmeli.. “ ey fani bugün yaşayabileceğin son günün ” dese biri ve ben bir sonraki yaşantım için valizimi hazırlar bulsam kendimi ne değişirdi hayatımda diye düşünüyorum. Komik geliyor düşüncelerim ve üşeniyorum bir şey yapmaya. Sanırım hergün yaptığımdan farklı bişey yapmaya çalışmazdım. Gene dağınıklığımla baş başa kalır, çocukluktan kalma alışkanlıklara devam ederdim. Gene hikaye kitaplarımı okur, çizgi filmlerimi izlerdim. Her duygu gibi tembellik de kronikleşiyor ve bu his hiç rahatsız etmiyor.
Düşünüyorum da çok rahatsız eden sigara kokusu bile zamanla alışkanlığa dönüyor. Dumanın kokusu tüm ruhunu ele geçiriyor. Tembellik gibi işte..
Tek tek şaşırıyor herkes bu tembellik karşısında. Önce çevremdeki eş dost sonra da her gün gezmemden rahatsız annem:
 ‘ iyi misin ’ diyor telefondaki ses. ‘ neden evde oturuyorsun ki? Kalk biraz çık dışarı hava al’ diyor. Şaşırıyorum sözlerine önce sonra tembelliğimden cevap veremiyorum..
Beynim betonarme şimdi. Her şeyin üstü dümdüz ve sabit. Mimari bir doku yok, estetik bir yanı hiç yok..
Peyzajla donattığım duygularım, huylarım zevksiz bir yapıya dönüşüyor. Bütün geceyi ihtişamlı geçiren prenses kül kedisine dönüşüyor birden, kaçıyorum sonra son hız bal kabağına da dönüşmeden..sonra yavaşlamaya başlıyorum koşmaya üşeniyorum sonra anlıyorum bir daha bir daha ve tembellik böyle bir şey işte diyorum kendi kendime..
Mütevazi olmakla insan seçmek arasındaki o incecik çizgiyi karıştırıyorum. Alçak gönüllü olmak taviz vermek gibi bişey miydi? Hatırlamıyorum..bazen tepeden bakan olmak istiyorum anlamıyorum çevremdekileri.. hep gökyüzü ile dans edenleri nasıl anlarım yoksa..  bilgi miydi yücelten insanı yoksa paralı olmak mı? 
Ah ne garip kime ne faydası dokunurdu ki bilginin. Paralı olmaktı mühim olanı.
 İzlenen çizgi filmler hayata bağlıyor birkez daha. Çocukların neden pokemon gibi damdan atlayabildiğini anlıyorum geç de olsa. Hayallerin sınırı yok, en yırtıcı kuş, en aslan kral, en güçlü en en en.. onlar oluyor çünkü hayallerle donatılınca..
Start veriyorum bende hayallerime ve muma çeviriyorum tüm aşklarımı, sonra burnumu sildiğim mendil gibi atıyorum hepsini. Çok kolay oluyor hem de çok.. eğleniyorum önce sonra beynimin benle oynadığı oyunla başkası eğleniyor olmalı ..
Hayata yeniden gelseydim ne yapardım soruları vazgeçilmez oluyor sonra.. kesinlikle yapmam dediğimi bir daha yapardım. Evet evet yapardım. O zaman hiç canım acımamıştı yine o anda acımazdı. Domino taşları gibi dizerdim hepsini sonra yine yakardım, yıkardım.. sonra da yıkılırdım.. . !!!
Bu kadar yalın işte. Hoşçakal derdim yüksek sesle dağlara taşlara.
 ‘ heyyy hoşçakal’
beni duyan var mı acaba diye düşünmeye başlardım...
Aa evet ses geliyor kesinlikle bir cevap olmalı diye kulak kabartırdım.
 ta ki sesim duvara çarpıp bana geri döndüğünde duyduğum tek ses şu olurdu
 kendi sesimden : Heyy Hoşçakal….





01-03.10.2012