Wednesday, May 17, 2017

ŞÖVALYE


Çocukluğumun bir zamanında babam bir hikaye anlatırdı:
Kendisiyle kavgası bitmeyen bir şövalyeydi kahramanı. Hayal meyal hatırladığım bir kentin, usulca esen rüzgarın ve adını hiçbir zaman öğrenemeyeceğim keskin kokulu bitkinin yamacında olmalıydım.
“Asırlar önceye dayanıyor hikaye, öyle derler ya hani “diye başladı babam. Tarih kaç kez tekerrür etmiş olduğunu bilmediğinden olsa gerek.
“Tanrıların yaşadığı bir döneme rastlar anlattıklarım” diye yineledi sözünü.

Yıllarca, şatonun en alt katında yaşayan bir ailenin çocuğu olarak doğmuştu. Zindan gibi bir odanın ışık sızan penceresi ile çocukların ite kaka yer verdiği oyun alanı arasında sıkışıp kalmıştı çocuk. Tek eğlencesi şatoya ne için geldiklerini bilmediği ama bir o kadar asil görünen atlı şövalyeleri izlemekti.   Çocukluğunun verdiği ezilmişlikle belki de yaşanmışlıkla ilerleyen yıllarda bunun acısını çıkaracağını düşünüyordu. Nitekim de öyle oldu.
Kalkanı ilk eline gizlice aldığında yüreği hop hop etmişti. Elinden düşürünce ise tam bir faciaya dönüşmüştü. O anını bir daha hatırlamak istemese de aynaya her baktığında tek gördüğü yüzündeki derin kılıç izini, kalkanı ilk eline alma anısı olarak hatırlayacaktı. 
Yıllar geçtikçe çocuğun masumiyet ve sakinliğinin yerini, bedeni ve ruhu bir olan, çok güçlü yenilmez, asi, hırslı, kendinden emin ve hiç ölmeyecekmiş gibi bir havaya bürünen bir kişilik yer aldı. O hayranlıkla izlediği şövalyelerin yerine kendi geçti ve çok sevdiği değer verdiği her ne varsa o hırs denilen şeyin pençesine takıldı.
Atın üzerinde ve elinde kalkanı varken gökyüzüne çok yakın hissederdi kendini. Bir çeşit danstı aslında hissettiği.  Gökyüzü tanrısı Zeus’u kıskanıyor olmalıydı.  Savaşmak demek aslında bir nevi gökyüzü ile sevişmek gibiydi. Kimi zaman üzerinde kırmızı pelerin varmış da üstüne üstüne gelirmiş gibi, kimi zaman ise bir bebeği okşar gibi okşardı tenini gökyüzü.
Öyle ki; zamanın en deli çağında içtiği aşk iksiriyle, çılgına döndü. Aşk sandı, aşka aldandı. Oysa içtiği zehirdi onu delirten. Her defasında iksire susadı, içtikçe acıdı, içtikçe zehirledi yüreğini.  Tıpkı Arabistan çöllerinde  develerin çok sevdiği bir diken türünü yemesi gibi. Deve, bu dikeni bulduğu zaman büyük bir iştahla yemeye koyulurmuş. Sabırsızca ağzını doldurduğundan bu dikenler devenin dilini damağını kesmekte ve kanatmaktaymış. Gel gelelim deve dikenini yerken kendi kanının tadı öyle bir hoşuna gidiyormuş ki kanadıkça yemeye devam ediyormuş. Öyle ki deve sonunda kendi kanında boğulmuş. 
Şövalye de yıllarca eline ne geçtiyse yaktı yıktı parçaladı ve  parçaladıkça, yok ettikçe bundan zevk aldı.

Şovalye, hırsını bir türlü alamıyordu. Ta ki bir kadının elinden aşk diye içtiği iksirden zehirlenene kadar. Zehri kustukça vücudu acıdı, kustukça her defasında içti, her defasında da yine zehirlendi. Çok darda kalınca tanrılar şövalyeyi test etmek için bir kızıl saçlı bir peri yolladılar farklı bir kılıkla. Şövalyeyi görür görmez içi ısınmıştı perinin ama şövalyenin kibirli tavrı periyi de kızdırdı. Kızıl saçlı peri “ bir gün ihtiyacın olacak bana o yüzden mutlaka tekrar görüşeceğiz” dedi sesini duyurmadan. Şövalye ise o an unuttu gitti gördüğü yüzü. Şövalye yıllar sonra anladı o gözlerini kamaştıran gözlerin aslında bir periye ait olabileceğini. 


Tanrılara inanmazdı şövalye. Yüzündeki derin kesik izinden yıllar sonra, bir hiç uğruna girdiği bir savaşta aldı darbesini. O çok güvendiği vücudu aylarca hareketsiz kaldı. Çok büyük bir acıyla yardım diledi. Hiç tanımadığı ve inanmadığı tanrılardan. Uyandığında artık o değildi, belki de ölmüştü de, Peri’nin yalvarışı etkilemiş olmalı ki, tanrı Asklepios onu tekrar diriltmişti; O gün anlamıştı aslında bir güç/güçler vardı ve işlerini tamamlaması için ona bir hayat daha sunmuşlardı. Demek hiç bir şey tesadüf değildi. Demek bildiği gördüğü ne varsa her şey onun içindi.  Kendini tanıyamadı sonra. Aşka dair bildiği ne varsa yerle bir olmuştu. Nice kadınla birlikte oldu sonraları. Ona göre kadın, ihtiyacını gidermek için bir araçtı sadece. Belki de intikam ateşini öyle söndüreceğini sandı. Aşk diye gördüğü hayallerin aslında bir yanılsama olduğunu anladı sonra. Görünen ne varsa görmez oldu hatta.
Yıllar geçtikçe kızıl saçlı peri karşına çıkmıştı tekrar. Şövalye bu kez onu gözlerinden tanıdı ama kim olduğunu ve tekrar hayatına niye girdiğini sorgulamadan. Peri yardım etmek istedikçe kendinden uzaklaştırıyordu. 
 Şövalye aklından geçenleri birden peri’ye söyledi:
“Kabzasından zamansız çıkan kurşun gibiyim, deli fişeğim! Nerdeyim, Nerdeydim diye sorma bana! Bilinmezdeyim! Her yerdeyim! Hiçbir yerdeyim! Aşk diye içtiğim iksirdi beni zehirleyen.  Kustukça acıyan, kustukça daha da zehirleyen. Kanım zehir zemberek! Dokunma! Yaklaşma! Zehirli kanım seni de yok etsin istemiyorum. Kim olduğunu artık biliyorum ama kime dokunsam ürkütüyorum ki zaten, ruhum ateş çemberiyle istila edilmiş, yanardağlar yanımda sönük kalır.  Lanetli bir dönüşüm sanki bendeki. Ben o eski ben değilim. Biliyorum. Bir güç var beni var eden biliyorum, lakin ben eski ben değilim. Biliyorum. Söylesene peri, Tanrılar hiç acımadan bir şey mi yedirdiler acaba?  Ben eski ben değilim, Sen hiç beden ve ruhunun kavgasına şahit oldun mu? Ben oldum, defalarca oldum, milyonlarca kez oldum hem de. Kendi kavgasına yenik düşmüş biriyim. Korkum kendimden. Korkum hiçbir yere ait olmamaktan, korkum ruhumdaki boşluktan. Nerede olsam eğreti duracak bedenim, ruhum ise hep uçarı, gelme üstüme.” diye söylenip duruyordu.
Peri aslında ona bahşedilen hayatın bir bedeli olduğunu, tanrıların ona  3 bin yılda bir çiçek açan Udumbara bitkisinin hüznünü zerk ettiklerini, daha da beteri kurtboğan otu yedirerek dönüştürdüğünü de  söyleyemiyordu ama bildiği bir şey vardı : Bunların hepsiyle yalnızca kendisinin baş edebileceğiydi. İstekli olması gerekiyordu ama o isteği bir türlü göremiyordu. Şovalye mutsuzluğunun nedenini asla bilemeyecekti o yüzden. Tanrılar ona bir ders vermek istemişti aslında. İlk yaşantısında neyin günahını aldıysa onun bedelini ödüyordu. Peri yardım etmek istedikçe uzaklaştırdı kendinden. Oysa mutluluğun bir varış olmadığını, gittiği her yol mutluluğa açılan bir pencere olduğunu öğrenmesi yıllarını alacaktı. Belki de hiçbir zaman öğrenemeyecekti işte. Tanrılara yalvaran Peri de pes etmeye başladı. Her iki yaşantısında da kendine yararı olmayanın başkasına ne yararı olurdu ki zaten?
İçeri geçince, çocukluğundan beri dinlediği “Freedom” şarkısını dinlemeye devam etti. Belki de hep elde ettiğini düşündüğü ama aslında hiçbir zaman özgür olmadığının şarkısıydı bu. 
Tanrıları kızdırmıştı bir kez daha. Ne peri ne de bir başkası kurtaramazdı artık. Kibri ve hırsıyla yok oluşuna tanık olmaktan başka yol yoktu artık.
“İşte böyle yavrum” diye yineledi babam. “ Bazen bedel ödersin, çok ağır bedeller ödersin, bu sana bahşedilen bir hayattır aslında. Nasıl yaşaman gerektiğine kimse karışamaz ama akıl denen muazzam şey altın değerinde bunu bil. Yardım eden birini bulursan uzaklaştırma kendinden, Tanrıları kızdırmamalısın. Hiçbir canlıyı da üstelik. Yer gök bir olur üzerine üzerine gelir sonra. Ve devam etti:
Anlatılan hikayeler zamanla kendine yer bulur. Ne yapar ne eder tarih tekerrür eder yavrum.

Hikayeyi anlatmayı bitirdikten sonra babam, büyük bir yükü üzerinden atmış olmalıydı ki derin bir nefes aldı sonra.
Hikaye bitmişti bitmesine de, aklım bitmeyen sorularda kaldı.
Tarih tekerrür ediyorsa babam belki de benim perimdi. Asırlar önce yaşayan şövalyeler de bir gün çıkacak o zaman? Ben de Şövalye olabilecek miyim? İyi şovalye olunmaz mı? Ya o ilahi tanrılar? Hepsini görebilecek miyim? İyi Şövalyenin tanrısı nasıl olurdu?
Hikaye bittiğinde kafam bir milyon olmuştu bile. Çocuk aklıyla unutulur diye anlatılan hafızamdan hiç gitmedi oysa.
“ Ne ekersem, onu biçecektim” , “ Ne yaptığım iyilik ne de kötülük yanıma kar kalmayacaktı”. Öyle diyordu babam.
Serin esen rüzgar, birden tokat gibi yapıştı suratıma.
Sorularım tanrıları kızdırdı mı yoksa?
Tanrıları kızdırmamam lazım.
Tanrıları kızdırmamam lazım.
Tanrıları kızdırmamam lazım…